Türkiye’de 1980 öncesine kadar sadece 19 üniversite var iken bugün 207 üniversite sayısına ulaşmak başarımıdır?

Bu rakamlar üniversite sayısındaki büyümenin sağlıklı bir büyüme mi? sorusunu sormayı da gerektiriyor!

Aslında üniversiteleri sayısal olarak artırmanın amacı, işsizlik rakamlarını düşürmek olduğu gerçeğinigöz ardı etmemek gerekir.

Üniversitelerde 4 yıllık bir eğitim süresi 6-7 yıla kadar uzayabiliyor. Bu süreçte üniversite öğrencileri TÜİK tarafından öğrenci statüsünde olmaları nedeniyle çalışan konumunda tanımlanmıyorlar.

Son 15 yıldır işsizlik rakamlarının %10’un altında seyretmesinin nedeni, üniversitede okuyan gençlerin iş arayan sınıftan çıkarılmış olmalarından dolayıdır.

Peki! İşsizlik rakamlarını düşük tutmak adına üniversitelerin kalitesini düşürmek doğru bir politika mıdır?

Doğru bir politika olmadığını, son yıllarda parası olan gençlerin çoğunun yurt dışındaki üniversitelere gittikleri, parası olmayanların ise gitmek için çaba harcadıklarından görebilmekteyiz.

Üniversitelerimizin kalite düşüşünü QS-WUR, ARWU, THE ve URAP gibi uluslararası ve ulusal değerlendirme kuruluşları tarafından yapılan çalışmalarda da görebilmekteyiz.

2000’li yılların ortalarına kadar Dünya’nın en iyi ilk 100’e giren 1-2 üniversitemiz, ilk 500’e giren 4-5 üniversitemiz bulunuyordu.

Yıllar geçtikçe sıralamaya giren üniversite sayısının artması gerekirken, tam tersine ilk 100’e hiçbir üniversitemiz giremezken, ilk 500 sıralamasına ise 1-2 üniversitemiz ancak girebilmiştir.

Üniversitelerimizin büyümesi nitel (sayısal) olarak artsa da, bilimsel araştırmalar, yani nitelik (kalite) açısından son 20 yıldır sürekli düşmüştür.

Bu düşüşün sebeplerinin başında üniversiteye ayrılan yeteriz bütçeler ve rektör atamalarının liyakate dayalı yapılmamasındandır.

Ülke ekonomisi kötüye gittiğinde hemen tasarruf tedbirleri gündeme gelir. Maalesef ilk tasarruf tedbiri olarak üniversitelerin bütçeleri ve akademik kadrolarını kısmakla başlanıyor.

Bütçe ve kadro kısıtlanması yapılmadığı algısını oluşturmak için, 2017 yılında YÖK üzerinden üniversiteleri araştırma üniversitesi ve diğerleri diye iki kısma ayrıldı.

Önce 2017’de sadece 10 üniversite, bugün ise ancak 23 üniversite araştırma üniversitesi haline getirildi.

Bunun sonucunda, yükseköğretim bütçesi ve akademik kadrolarının büyük bir bölümünü bu araştırma üniversitelerine tahsis edildi.

Peki! Geriye kalan üniversiteler araştırma yapmayacak mı?

Akademisyen yetiştirmeyecek mi?

Kadrosuna yeni akademisyen katmayacak mı?

Laboratuvarlarına sarf malzeme ve araç gereç almayacak mı?

Bu soruların cevabı maalesef yok denecek kadar!

Bu durumda geriye kalan 184 üniversite için evrensel anlamda üniversite demek mümkün müdür?

Olsa olsa Yüksek Okul denir!

Aslında YÖK kendi kendini inkâr ederek, 23 üniversitenin dışındaki üniversitelerin “Üniversiteolmadıklarını dolaylı olarak ifade etmişte oluyor.

Sonuçta, laboratuvar malzemesi ve araçları olmayan Fen ve Mühendislik Fakülteleri,

Hastanesi olmayan Diş ve Tıp Fakülteleri,

Yüzme havuzu ve futbol sahası olmayan Spor Fakülteleri olan “üniversiteler” haline dönüşmek durumunda kalıyor.

Bu durum, sadece akademik ve bilimsel çalışmaları değil, aynı zamanda eğitim kalitesini de düşürmüş oluyor!Böyle olunca da üniversitelerden mezun olan öğrenciler maalesef işsiz kalmak zorunda kalıyor.

Üniversitelerdeki diğer kalite düşüşünün sebebi ise mevcut rektör atamalarıdır!

2018 yılına kadar rektörler kısmen seçimle belirleniyordu.

Öğretim üyelerinden en çok oyu alan 6 kişinin ismi YÖK’te 3 kişiye düşürülerek Cumhurbaşkanına sunuluyordu.

Cumhurbaşkanı da 3 kişiden birini rektör olarak atıyordu.

Akademisyenler olarak bizler tam bir demokratik davranış ve liyakat anlayışının olmamasından dolayı rektörlük seçimlerini sürekli eleştiriyorduk.

Olması gereken öğretim üyelerinden en çok oyu alan kişinin rektör olarak atanmasıdır.

2018 yılında ise rektör atamaları doğrudan Cumhurbaşkanlığı yetkisine verilerek atamalar liyakate dayalı olmaktan tamamen çıktı.

Bu durumda üniversiteyi tanımayan, şehri ve sosyal dinamikleri bilmeyen ve akademik yeterliliği olmayan rektörler atanmaya başladı.

Liyakat yerine siyasi bağlantıları ile rektör olanların, üniversitenin akademik kalitesini artırma çabası yerine daha çok kendi siyasi ikbali için çalıştığından üniversiteler lise haline dönüştü.

Rektör liyakat esasına dayılı atanmayınca, Dekanlık, Müdürlük ve Bölüm Başkanlıkları da çoğu zaman liyakate dayalı yapılmamaktadır.

Böyle olunca da akademisyenlerin çoğu liyakatsiz yöneticilerin altında çalışmaktan dolayı, bilimsel araştırma motivasyonu ve hevesi düşüyor.

Bilimsel çalışma motivasyon düşüklüğü özellikle genç akademisyenler için her geçen gün daha da kötüye gitmektedir.

Nitekim Prof. Dr. Engin Karadağ’ın, Higher Education dergisinde yayımlanan ve Türkiye’deki üniversite rektörlerinin akademik çalışmaları üzerine yapmış olduğu araştırmada bu vahim durum açıkça ortaya çıkmıştır.

Bu araştırma sonuçlarından biri, 15 yıl öncesine kadar rektörler bilimsel bakışın temel alındığı Tıp, Fen ve Mühendislik kökenli olanlardan atanırken, son 15 yıldır ilahiyat kökenli olanların daha çok rektör olarak atandığı sonucudur.

Prof.Dr. Karadağ’ın araştırmasında çıkan ilginç bir diğer sonuç ise dikkate değerdir.

Eğer bir üniversiteye, özellikle SCI indekslerine girenler uluslararası yayınları çok olan bir rektör atandığında, tüm akademisyenlerin çalışma motivasyonunun arttığı ve üniversitenin bilimsel sıralamasının hızla yükseldiği tespit edilmiştir.

ABD, Avustralya, Japonya ve Hollanda gibi birçok Avrupa ülkesinde bırakın rektör olmayı, düz öğretim üyesi dahi olsanız maaşınızı uluslararası dergilerde yapmış olduğunuz yayın sayısı belirler.

Belli sayıda uluslararası yayın yapmaz iseniz bırakın rektör olmayı üniversitede herhangi bir yönetici olamazsınız, doktora öğrencisi alamazsanız veya üniversite ile ilişkiniz kesilir.

Son yıllarda üniversiteler bilimden ve evrensellikten uzaklaşır iken, siyasi gücün egemen olduğu bir kurum haline gelmiştir.

Bütün bu olumsuz gelişmelere rağmen bir avuç akademisyen üniversitelerinin isimlerini bilim dünyasında inatla duyurmaya çalışmaktadır.