Üniversiteler sadece öğretimin yapıldığı ve meslek edinme yeri olmanın çok ötesinde bilimin araştırıldığı ve yeni bilgilerin insanlığa sunulduğu kurumlardır.

Üniversitenin anlamı adından da anlaşılacağı üzere İngilizce kelime olan “Universal’dan gelir. Herkesin bildiği üzere Universal’ın anlamı Evrenselliktir.

Evrensellik bırakın Dünyayı, tüm evrenimizi kapsamasına rağmen, bizler üniversiteleri Milli Eğitim kapsamı içerisine sokmaya çalışmaktayız.

Üniversiteleri “Milli Eğitim” bakış açısıyla değerlendirmek bizi maalesef dar bakış açısı içerisine soktuğundan, hem maddi anlamda hem de teknolojik açıdan geri kalmışlığa götürmektedir.

Bugün herhangi bir ilimizde bulunan üniversitede sadece memleketi o ilden olan akademisyenlerin çalışması gerektiği düşüncesi egemen durumdadır.

Hatta sadece siyasi düşüncesi uygun olan akademisyenlerin bulunması gerektiği düşüncesi toplumun tüm katmanlarınca kanıksanmıştır.

Bu durumda üniversiteler evrensel olmayı bırakın, milli olmaktan bile uzak yerel bir kurum haline gelmektedir.

Tek tip bakış açısına sahip olan akademisyenlerin bulunduğu üniversitelerde bilimsel gelişme olmayacağı gibi sektörün ihtiyacı olan iyi bir bilgiye sahip mezunları da oluşturmamız mümkün olmayacaktır.

Bir ülkenin gelişmişliği ve vatandaşlarının zenginliği ancak ve ancak üniversitelerin evrensel bakış açısıyla işlev görmesine bağlıdır.

Bugün ABD’nin çok iyi üniversitelerin çeşitli bölümlerin başkanları Çinli, Hintli, Afrikalı, Fransız, Alman, Çek, Romen veya Türk kökenli olabilmektedir.

ABD’de eğer bilimsel anlamda yetkin ve etkin bir akademisyenseniz üniversitelerde baş üstünde tutulursunuz.

Bilimsel anlamda yetkin akademisyenlerin hem maaş açısından yüksek bir ücret hem de bilimsel çalışmalarına milyon dolarları bulan proje destekleri verilmektedir.

Bugün ABD, tüm Dünya’da hem öğrenci hem de akademisyen olarak başarılı olan kişileri seçiyor. Yani beyin göçünden faydalanıyor.

Bu sayede, en iyiler bir arada olunca da üniversitelerindeki başarı oranı da yüksek oluyor.

ABD’nin bugün sahip olduğu maddi ve teknolojik güç, 1930’dan sonra özellikle Almanya başta olmak üzere Nazi baskısından kaçan Avrupa’daki birçok bilim insanını üniversitelerine davet ettiği yıllardan gelmektedir.

Büyük bilim insanı Alman fizikçi Albert Einstein’da Nazi baskısından dolayı 1932 yılında çalışmalarını Fransa’da devam etme kararı almıştı.

Hitler’in Fransa’ya saldırması sonrasında, 1933 yılında Einstein İngiltere’deki Oxford ve ABD’deki Caltech ve Princeton Üniversitelerinden davet almış ve Princeton üniversitesinin davetini uygun görerek ABD’ye iltica etmiştir.

Einstein Türkiye Cumhuriyetini kuran Mustafa Kemal ATATÜRK tarafından da 1930 yılında Türkiye’ye davet edilmiştir. Einstein bu davete o zaman için “kısmet olmadı” ifadesini kullanmıştır.

Einstein, Fransa’ya gittikten sonra 1933 yılında Türkiye Cumhuriyeti devletinin o zaman ki başbakanı olan İsmet İnönü’ye mektup yazarak Nazi baskısında olan 40 bilim insanını Türkiye’deki üniversitelere kabul edilmesini rica etmiştir.

O dönemde ülkemize gelen 40 bilim insanı, 1950 yıllına kadar Türkiye Cumhuriyeti üniversitelerinin bilimsel olarak güçlenmesine ve sanayinin gelişmesine çok büyük katkılar yapmışlardır.

Türk bilim insanlarının yetişmesini de sağlayan bu yabancı bilim insanlarına 1950’li yıllardan sonra sahip çıkılmayınca ABD ve Avrupa’daki üniversitelere gitmişlerdir.

Onların yetiştirmiş olduğu Türk bilim insanları sayesinde 40-50 yıl süre içerisinde üniversitelerimiz birçok akademik başarıya imza atmıştır.

Fakat son yıllarda istisnalar hariç akademik başarıdan eser kalmamıştır.

Yurtdışında akademik kariyerlerine sürdüren Prof.Dr. Aziz Sancar’ın Kimya alanında ve daha üç gün önce açıklanan Prof.Dr. Daron Acemoğlu’nun Ekonomi alanında Nobel Ödülü almasından gururlanıyoruz.

Tabi ki bu gurur onların Türk olmalarından dolayı!

Hem Aziz Sancar hem de Daron Acemoğlu Türkiye’de akademik kariyerlerini devam etselerdi, aynı başarıyı yakalayabilecekler mi? Sorusu akla gelmiyor değil!

Nobel ödülü 1901 yılında; İsveçli şair, yazar, bilim insanı, girişimci ve iş insanı olan Alfred Nobel’in anısına Fizik, Kimya, Tıp ve Edebiyat alanlarında verilirken, Dünya barışına katkı yapan siyasetçi, bürokrat veya halk önderlerine ise barış ödülü verilmektedir. Ayrıca, 1969 yılından sonra ise Ekonomi alanında da ödül verilmeye başlandı.

Bu arada Nobel ödülünü alan ilk Türk’ün 2006 yılında Edebiyat alanında Orhan Pamuk’un olduğunu hatırlatmakta fayda vardır.

Edebiyat konusu bilimden daha çok kişisel yetenek ile ilgili olması sebebiyle bu kıyaslamanın dışında tutmakta fayda vardır.

Bilimsel başarı sadece yeteneğin değil aynı zamanda imkânların yaratılması ile de doğrudan ilintilidir.

İlk Nobel ödülü verildiği tarih olan 1901 yılından 1933 yılana kadar daha çok Alman, İngiliz ve Fransız bilim insanları ödülleri alırken, 1933 yılından sonra Nazilerin baskısından kaçan bilim insanlarının Amerika’ya iltica etmesi ile ABD açık ara farkla ödül sayısında öne çıkmıştır.

Sadece Tıp alanında ABD’nin 113, İngiltere’nin 34 ve Almanya’nın 20 bilim insanı Nobel ödülü aldığı düşünüldüğünde, Türkiye’den neden en az 5 bilim insanı Tıp alanında Nobel ödülü almasın?

Aslında bilim insanlarına imkân yaratılsa Türkiye’deki üniversitelerden Nobel ödüllü akademisyenlerin çıkmaması için hiçbir sebep yoktur.

Yeter ki bilim insanlarına maddi ve manevi destekler sunulsun.

Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK’ün “Türk milletinin yürümekte olduğu ilerleme ve uygarlık yolunda, elinde ve kafasında tuttuğu meşale; müspet ilimdir… Biz; medeniyet, bilim ve teknikten kuvvet alıyoruz.” sözü de aslında Türk bilim insanının her şeyi başaracağına olan inancından gelmektedir.