İsmail Hakkı Tonguç: “... İmparatorluğun nimetlerine kavuşmuş olanlar, kendi çocuklarını yabancı okullarda ya da özel öğretmenlerle okutup devletliler arasına sokuyordu.

 

İsmail Hakkı Tonguç: “... İmparatorluğun nimetlerine kavuşmuş olanlar, kendi çocuklarını yabancı okullarda ya da özel öğretmenlerle okutup devletliler arasına sokuyordu. Kasaba eşrafı ve köy ağalarının çocukları kendilerine çeşitli çıkar sağlayan medreseler yoluyla toplumu sömürecek şekilde yetişiyordu. Geriye kalan yoksul halkın ve köylülerin okuyup adam olması, istenilen bir şey değildi. ... Devrimci meşrutiyetçiler, yeni ilköğretimi halka götürme çabasına girişmişti.”

“Cumhuriyet’in Eğitim Devrimleri” başlıklı üç bölümlük yazımızdan sonra Cumhuriyet’in en büyük eğitim kuruluşlarından olan “Köy Enstitüleri” ne giden süreci ve hafızalardan silinmeyen “Hasanoğlan Yüksek Köy Enstitüsü” nü de yazmak istedik. Ancak öncesinde Osmanlı’da uygulanan eğitim sistemine kısaca bir göz atalım.

Osmanlı eğitiminde üç başlı bir eğitim sistemi mevcuttu: Fatih Medresesi’nde çürümekte olan din eğitimi; parası olanların okuduğu özel ve yabancı okullar ile İstanbul ve çevresinden ileri gitmeyen devlet güvencesindeki modern laik eğitim sistemi. Osmanlı’da baskın eğitim sistemi dine dayanmaktaydı. Din adamı yetiştiren medreseler ve okuma-yazma yerine sadece “din kuralları” öğretilen “mahalle mektepleri” halkın eğitiminde büyük bir etkiye sahipti.

Köy Enstitülerinin babası İsmail Hakkı Tonguç, o dönem ile ilgili saptamalarını şöyle anlatmaktadır: “Anadolu medreseleri, Türklerin İslam dinini kabul etmesiyle Selçuklular döneminde kuruluyor. Yanı başındaki tekkelerle birlikte, verimli vadilerin içindeki köylere kadar yayılıyor. Selçukluların dili Farsça olduğu için medrese dersleri Farsça ve Arapça olarak yapılıyor. Osmanlı Türkleri ayrı bir devlet olduğunda resmi dil olarak Türkçe seçiliyor. Yazışmalar Türkçe yapılıyor. Buna karşın medrese öğretiminde Arapça ve Farsça sürüyor. Bu garip seçim ileride Osmanlı eğitim öğretiminin önünde büyük bir engel olarak kalıyor. Böylece medreseler, Türk toplumu içinde ulusal olmayan kurumlar olarak etki alanına girenlere İslamlık bilgileri ve yabancı kültürleri öğretip aşılıyor. Medrese etkisinde kalan Türkler, bu yüzden ulusal değerler yerine, bu kurumların yaymaya çalıştığı Arap kültürüne bağlanmışlar, bunun yayılması için yüzyıllar boyunca var güçleriyle çalışmışlardır.”

Tonguç’un bu çok önemli tespitlerini günümüze taşıyacak olursak; Arapça olmayan namaz, peygamber ve benzeri kelimelerin bu dönemde Kur’an’ın içine eklendiğini, Arap hayranlığının Selçuklu medreselerinde verilen öğrenim sonucunda oluştuğunu ve o damarın bugünlere kadar geldiğini düşünmek çok da yanlış olmasa gerek. Günümüz iktidarının Arap ve Selçuklu hayranlığını, devlet televizyonu TRT’de arkaya arkaya yayınlanan dizilerle vurgulatarak Türk gençliğine aşılamaya çalışmasının ve ne hikmetse bir türlü İstiklal Savaşı ile Cumhuriyet dönemine gelememesinin başka bir açıklaması var mıdır, bilemiyoruz...

Tonguç’tan devam edelim. “Öğretim dili Türkçe olmayan, dünya görüşü yönünden ümmet kavramına bağlı bulunan medreseler, Osmanlı toplumunun eline geçen her yerde kültür yayıcı kurumlar olarak yer alıyor. İmparatorluğun sürmesi ve İslam dininin yayılması için eleman yetiştiriyor. Medrese çıkışlılar din görevlerini sürdürürken bir yandan camilerin yanındaki dinsel ilkokullarda hocalık (öğretmenlik) yapıyor. Ama burada öğrettikleri de okuma yazma değil, din kurallarıdır.” İsmail Hakkı Tonguç’un anlatımları, Osmanlı eğitim sistemi ile günümüzde oturtulmaya çalışılan din ağırlıklı eğitim modelinin nasıl da bire bir örtüştüğünü görmemiz açısından oldukça önemli. Cumhuriyet’in laik eğitim sisteminden, yaklaşık iki yüz yıl öncesindeki medrese eğitimine dönülmeye çalışıldığını yok saymak mümkün mü?

DP’nin yasakçı tutumu toplumun ve muhalefetin aşırı tepkilerine neden olmaktadır. Kurtuluş Savaşı'mızın komutanı, Cumhuriyet döneminin ikinci Cumhurbaşkanı ve ilk Başbakanı, Türk Silahlı Kuvvetlerinin ilk Genelkurmay Başkanı İsmet İnönü, TBMM’nin 27 Haziran 1956 günlü oturumunda kürsüye çıkar. Konuşma esnasında DP Sivas Milletvekili Nurettin Ertürk oturduğu yerden laf atar ve “Vatandaşın hak ve özgürlüğü lafı senin ağzına yakışmıyor İsmet Paşa,” der. İsmet İnönü’nün tarihe geçen cevabı şöyledir: “Aramızdaki farkı bilelim, biz mutlakiyetten bugüne geldik. Siz ise bugünden mutlakiyete gidiyorsunuz.”

İsmet İnönü’nün bu tarihi tespiti, günümüzde de aynı derecede önemini korumaktadır.

Devam ediyor Tonguç: “Bu eğitimden geçenler aklının erdiğine değil dinin emrettiğine uyan kişiler oluyordu. Avrupa’da gelişmeye başlayan müspet bilimlerle ilişki kuramayıp dine bağlı kalışları, medreseleri gerçek yaşamdan uzaklaştırıyor, basit doğa olaylarını bile yorumlayamayacak duruma düşürüyordu. Bu inançlarını eğitmekte oldukları çocuklara ve halka aşılayınca kendileriyle uyum içinde olan cahil yığınlar yetişiyordu. Devletin bu cahiller ordusu, imparatorluğun gerileme devrinde her yeniliğin karşısına dikilerek, Türklerin uygarlığı yakalamasını zorlaştırmış ve geciktirmiştir. Osmanlı toplumu, değerleri çürümüş Ortaçağ yaşamını bırakıp, Batı uygarlığının yarattığı yeni âlemin içine girememiştir.”

Günümüz iktidarının rektör yardımcısı bir şahıs ne demişti: “Okuma oranı arttıkça beni afakanlar basıyor. Ben her zaman cahil halkın ferasetine güveniyorum.”  Biz ne diyoruz; Selçuklu medreselerinde verilen öğrenim sonucunda oluşan o Arapçı ve dinci damar günümüze kadar ulaşmış ve işlevini sürdürüyor...

Osmanlı yenilikçileri durumun farkındadır. Din eğitimiyle bir yere varılamadığı, medreselerde yıllarca eğitim alan 15-16 yaşındaki çocukların okuma-yazma, anlama ve düşünme yönünden hiçbir gelişme gösteremediği ortadadır. Bu durumu gören Padişah II. Mahmut, din eğitimiyle Batı uygarlığı karşısında durulamayacağını anlar ve yeniliklere girişir. (1823-1828) Eğitimin yapılanmasına ve yayılmasına yönelik, çağdaş ilköğretimi zorunlu gören  “yenilikçi” bir ferman çıkararak bazı yaptırımlar getirir. Bir örnek vermek gerekirse, “okulu bitirdi” belgesi olmayan çocuklar, işe alınmayacaktır.

Ancak II. Mahmut’un “yenilikçi eğitim” sistemi, din eğitimi ve paralı eğitimle birlikte yürütülecek, üçüncü kanal olan okullaşma, modern eğitimin yaygınlaşmasını sağlayacaktır. Kısacası, medreseler ve yabancı özel okullar kapılarını açık tutmaya devam edecektir.

I. Mahmut döneminde başlatılan yenilikçi gelişmeleri kısaca vermek gerekirse: medreselerin destekçisi olan yeniçerilik kaldırılır. (1826) Subay olarak yetişecek gençler, medreseden ya da devlete eleman yetiştiren “Enderun” saray okullarından değil, bu okullarda hiç okumamış ya da okul yüzü görmemiş olarak askere gelen halk çocuklarından seçilerek, subay hazırlık sınıfı oluşturulur. Bu çocuklara okuma-yazma ve askerlik öğretilir. Daha sonra bu yeni subaylar erlere okuma-yazma öğreterek çok iyi sonuçlar alınır. Böylelikle, din eğitimini dışlayan bir eğitim hareketi önce ordudan başlatılmış olur.

Diğer taraftan, Hristiyan toplulukların elinde olan kendi başına buyruk azınlık ve yabancı okulları, Osmanlı eğitiminde gelişerek varlığını sürdürmeye devam etmektedir. Daha çok kentlerde oturan ve ticaretle uğraşan Rum, Ermeni, Musevi ve benzeri etnik ve dinsel kökenli kesimler, kendi dil, din ve kültürlerini sürdüren ve aynı zamanda da meslek veren okullarını istedikleri gibi açıp geliştirmektedir. Bunların dışında Amerika ve Fransa yayılmacılığının bir uzantısı olarak açılan özel yabancı kolejler ve misyoner okulları da varlıklarını geliştirmektedir.

Çoğu İstanbul’da olan azınlık okullarına Türk aileler de ilgi duymakta ve anaokulundan itibaren Türk öğrenciler bu okullara kabul edilmektedir. Bu okullara giden çocukların kendi dilini, edebiyatını ve kültürünü özümsemeden alacağı eğitim sonucunda yabancılaşarak mezun olacağı doğaldır. Bu okullara ilginin arttığını gören kimi Türk girişimciler de benzer okullar açmaya başlarlar. İstanbul’da Darüşşafaka Lisesi ve Şişli Terakki Lisesi bu dönemde açılan okullardandır. 

Devam edecek...

Tülay Hergünlü

İstanbul, 18 Ekim 2024